İdeal Eğitim Sistemi Üzerine Öğrenci Gözünden Düşünceler
Kilit noktalar:
puanlandırmanın sıralamaya dayalı olması, uygulayarak öğrenme,sosyal dersler,ders ayrımı,kültürel geziler,az ve öz üniversite, doğru yerleştirme,dünya vatandaşlığı
***
Geçtiğimiz seneye kadar lise, an itibariyle ise üniversite basamağında dâhil olduğum Türk eğitim sisteminde geliştirilebileceğine inandığım birçok alan var. Bunlar şüphesiz biz öğrencilerin aklına geldiği kadar geçmişteki ve şimdiki karar alıcıların da aklına gelebilecek fikirler. Muhtemelen buradaki sorun, bürokraside karar alma sürecinin sonsuza uzayan ve dallanan zincirlere benzemesi. Bu zincirde tek kişidense bir kurulun ve hatta o kurulun da kurulunun yer alması, danışmanları artırarak karar alma sürecini zorlaştırıyor.
Tamamen öznel biçimde deneyimlerimden yola çıkarak söyleyebileceğim ilk şey, sistemimizde bariz biçimde görülen “sıralama ve not” kaygısı. Bunun sebebi aslında ilkokuldan beri aldığımız notlar. İlkokulda daha masum görünen “sayılı” notlandırma sistemi, ister istemez öğrenci, veli ve hatta öğretmende bir “sıralama” dürtüsünü uyarıyor. Ne de olsa bir sınavdan 40 alan bir öğrenciyle 100 alan bir öğrencinin başarısının bir olması mümkün değil(!).
Bu durum ortaokulda daha da şiddetleniyor. Bunun sebebi muhtemel ki ufukta gözüken lise sınavı. İşin içine ortalamanın da girmesi ve bu ortalamanın lise sınav sonucunu etkilemesi, biz öğrencileri “puan” odaklı bir mantaliteye sokuyor. Böyle bir sistemde “öğretmenden not istemek, sınava son gün çalışmak yahut kopya çekmek” gibi davranışları -kopya çekmenin ahlaki boyutu dışında- yadırgayabileceğimiz bir zemin yok gibi.
Ortaokuldaki mantıkla lisede de ateşlenerek devam eden “puan” usulü, yanına bir de “sıralama”yı alıyor. Lise sınavında yüzdelik dilimle yaratılan başarı algısı, üniversite sınavında sıralamayla yaratılıyor. Bu da bilhassa lisede derin arkadaşlıkların ve kişinin kendi yaşamını zenginleştiren sosyal bağların kurulmasını zorlaştıran bir faktör. Zira, lisede biz öğrencilerin arasında -şakayla karışık- çok muhabbeti dönen “rakip” olgusu aslında bizlerin içten içe hissettiği. Her ne kadar bunu aşmamız mümkün olsa da içimizde eninde sonunda kendimizi karşılaşmaya veya -daha beteri- “karşılaştırılmaya” maruz buluyoruz. Aslında yılların birikimi olan bu “puan ve sıralama” olgusu bizim tercihlerimizde de belirleyici rol oynuyor. 30.000 sıralama yapan kişi kendine 35.000 ile kapatan bölümü aşağı görürken derece yapan öğrenciler “puanımı harcarım” kaygısıyla bakkal usulü bölüm satın alıyor. Kimse de “Derece yapan öğrenci için hayat mühendislik, tıp ve hukuktan mı ibaret?” diye sormuyor.
Burada nasıl bir çözüm getirilebilir diye düşündüğümüzde benim aklıma çok ilkel metotlar geliyor. En basitinden puanlamanın temsil ettiği olgunun değişmesi bile biz öğrencilerin puana atfettiğimiz değeri “insani” boyutlara çekebilir. Bu hususta puanı direkt olarak işin aktörü ve amacı yapmak yerine dolaylı olarak aracı yapmak bir yol gibi gözüküyor. Demek istediğim sistemde kümülatif puan ortalamanız sizin için sadece bir baraj oluşturuyor. Yani okul birincisi olmanız için mesela en yüksek not ortalamasını tutturmak zorunda değilsiniz. Çoğu akademide verilen “rektörlük özel ödülleri” ortaokul ve liselerde okul birinciliği yerini tutabilir (Böyle bir uygulama için velilerin müdür/müdireyi linç etmeyeceğine emin olmamız gerekiyor. Bu olgunluğa erişemedikçe at yarışına mahkumuz…). Bir kurulun kararıyla sadece akademik yönden değil; kültürel, sportif, sanatsal, çözümsel, analitik ve sosyal iletişim becerilerine sahip öğrenciler onurlandırılabilir. Bunun yanında alınan sayısal puanlar da giriş sınavlarına girmek için ön koşul/baraj olur. Örneğin yıl sonu ortalamasında 65 puanı tutturamayan öğrenciler üniversite sınavına sokulmaz ve meslek yüksek okulları gibi sportif ve zanaat okullarına yönlendirilir. Burada da bir geleceği olduğuna emin olan biz öğrenciler, bu sonuçtan memnuniyet duyarız. Bunun yolu, az önce de bahsettiğim “temin etme” aşaması. Eğer meslek lisesi yahut meslek yüksek okullarına giden öğrenciler, iyi eğitim almayacaklarını düşünürse sistem başarısızlığa mahkûm olur. Yalnız başarı sadece “akademik” kontekstinden çıkarılıp geniş manada ele alınırsa bu tip sanayi-hizmet sektörüne de önem verilir. Bu öğrencilere en az bir dil çok iyi öğretilir. Kalifiye eleman olarak yetişen bu kişiler de gerektiği takdirde yurt dışına nitelikli iş gücü olarak gider.
Bunun yanında lise eğitiminde kültürel tematik gezilerin düzenlenmesi, doğru ve objektif tarih bilincinin “ezber” ile değil “münazara” ve “tartışma” ile aşılanması, doğada canlı gözlemlerinin yapılması gibi çok yönlü etkinlikler öğrencilerin kendi ilgi alanlarını keşfetmesine olanak sağlayacaktır. Hayatında kas dokusu görmeyen öğrenci, laboratuvar ortamında mikroskoba dokununca heyecanlanıyor, kas dokusunu incelemek için yanıp tutuşuyorsa bu kişi kendi tutkusunu bulmanın mutluluğunu ve tatminini yaşayabilir. Fakat bu gözlem imkânının verilmediği aynı öğrenci, sistemde bir şekilde başarılı olarak puan bazında en yüksek puanla kapatan elektrik mühendisliği veya bilgisayar mühendisliğine kayabilir. Keza arkeolojik alanları incelemekten ve arkalarındaki hikâyeyi keşfetmekten zevk alan kaç detaycı öğrenci bugüne kadar arkeoloji okumaya karar vermiştir? Bu sorular mutlu ve tatmin olmuş insanların yetişmesi için cevaplanması gereken sorular olarak duruyor…
Bunun dışında sistemin bu kişileri değerlendirebilmesi için çoklu zekaya hitap etmesi şart. Zira başarının sadece “akademik” çerçeveyle sınırlanması büyük bir hata. Sosyal bilimler, meslek ve spor liseleri türlerinin mevcudiyeti memnun edici olsa da işlevleri hiç umut vermiyor. Hem toplum içinde sahip oldukları düşük statü hem de içlerinin olması gerektiği kadar ciddi ve dolu olmaması, bu tip liselerin veli, öğretmen ve öğrenciler nezdinde tercih listesine girmemesi gereken kategorisine alınıyor. Bu da hem iyi Anadolu liseleriyle meslek lisesi puanına yakın alan Anadolu lisesi mezunlarını ayıramıyor hem de üniversiteye girişte de aynı mantığın oluşmasını sağlıyor. Böylece açılan yüzlerce üniversite “sayesinde” üniversiteli olmaması gereken; olsa da elektrik mühendisliği, hukuk, fizik, tarih gibi alanlarda katiyen okumaması gereken kinetik zihinlerin bu alanları yazması ve okumuş olmak için okuması anlamına geliyor. Bu noktada bilhassa lokal kurumların kurulması elzem. Rize’deki düşük puanlı bir öğrenci için -uygun olduğu zekâ türü göze alındığında- çayı doğru teknikle toplamayı, demlemeyi ve bu süreçteki kimyasal açıklamaları öğrenmesi kâğıt üzerinde devre çözmesinden çok daha faydalı olabilir. Yahut Kars’ta hayvancılık ve peynir yapımıyla ilgili bilimsel düzeyde eğitim verilmesi, buradan çıkacak gençlerin işlerini felsefesiyle ve ardındaki bilimle yapması ve dünya çapında ciddi degustatörlerin bu anlamda tatmin edilmesi anlamına geliyor. Bunlar olmadığı sürece hem köylü yerinde sayıyor hem de yurt dışından gelen ilgili ve bilgili turist istediği felsefeyi/uzmanlığı ülkede bulamıyor. Böylece her sektörde kulaktan dolma bilgilerle hareket eden fakat “Bunu niye yaptın?” diye sorulduğunda açıklamasını yapamayan bir sürü insan yetişiyor.
Lise aşamasında yaşanan bu yerleştirme tıkanıklığının bir aşaması da üniversiteye girişlerde yaşanıyor. İşin bir boyutunu kazasız belasız atlatan öğrenciler, lise boyunca maruz kaldıkları “teori” bazlı ve 5 şıkka indirgenmiş eğitim “oyunu”nun birçok simülasyonunu deneme adı altında oluyorlar. Ardından da “büyük” sınav zamanı geliyor ve alfabedeki her harfi deneyen sistemimizin (bknz. ÜSS, ÖSS, ÜYS, ÖYS, YGS, LYS, TYT, AYT,…) belirlediği çerçeve ve soru kalıpları üzerinden oyuna başlıyorlar. Sistemin kurgusu çok sorgulamayan, sorgulasa da bunu çok belli etmeden yüksek motivasyonla yoluna devam edenleri başarılı kılıyor. Onun dışında farklı beyinleri yücelten bir sistem değil. Yalnız burada iki noktaya vurgu yapmak istiyorum:
İlki, yalnızca sistemi başarıyla geçenlerin eleştirme hakkı olması gerektiği. Bu husus önemli. Zira sistemde kendine yer edinememiş bir öğrencinin sistemden şikayetçi olması bana çok da doğru gelmiyor. Bunun sebebini ikinci maddede detaylandıracağım.
İkinci madde ise esasında sistemin bu kadar eleştirilmesine rağmen ölçtüğü kriterlerin de olması. Bilhassa yenilenen YKS sisteminde matematik ve fen alanında getirilen yeni -hafif yoruma dayalı- soru tipleri bu değerlendirmeyi sağlamlaştıran hususlardan. Bu sınavda her ne kadar farklı zekâ türleri, çok yönlülük ve hayat becerisi değerlendirilmese de sorumluluk ölçeğinin çok iyi değerlendirildiği aşikâr. Zira her ne olursa olsun sistem çalışmayı gerektiriyor. Belli bir sistemi olan bu sınavda mantık yürüten değil hem mantık yürütüp hem de sisteme hâkim olan kazanıyor. Bu nedenle çalışma şekli ve miktarı kişiden kişiye değişse de çalışmanın gerekliliği aşikâr diye düşünüyorum.
Bu durumda sınavda başarılı olan kesimin kendi hayatını kurgulamış olması gerekiyor. Bu kesim ara sınıflardan itibaren düzenli çalışmış da olabilir, ara sınıflarda yatıp 12.sınıfta olması gerekenden çok çok fazla bir efor sarf etmiş de olabilir. Sonuç olarak bir doğru vardır ki bu kişi emek vermiş ve geçmesi gereken bir engel yolunda kararlı çaba göstererek sisteme uyum sağlamıştır. Bu kişilerin çoğunun sisteme pek de bayılmadıklarını kendim dahil birçok yaşıtımdan biliyorum. Fakat bizler hep bu süreci bir ehliyet sınavı gibi gördük ve “gençliğimizin baharı”nda kurgulanan “5 şıklı daire çizmece oyununun” hakkını vermeye gayret ettik. Bunun sonucunda da -kendi adıma konuşmak gerekirse- tek hedefimiz emeklerimizin karşılığını almak ve “üniversitenin bizi seçmesini değil bizim üniversiteyi seçmemizi sağlamak” oldu.
Ülkemizde sistemin adı ne olursa olsun öğrenci kendini yetiştirmeye mahkumdur. Hele günümüzde devlet okullarının durumu, burada açıklamamı gerektirmeyecek denli, ortadadır. Dünya vatandaşı olmak isteyen bilinçli öğrenciler için tek yol, içerisinde bulundukları kurumun etinden sütünden faydalanmak, dış dünyayı tanımak için her fırsatı değerlendirmek ve yorgunluktan bayılana kadar tutkusunun peşinde koşmaktır.
Aksi takdirde denemeyen bilemez, çabalamayan ise ulaşamaz.
MŞ
Haziran 2019